En son köy stajı: Sivas, Yıldızeli, Ilıca Köyü

(İlk paylaşım tarihi 1 Temmuz 2017)

Önsöz

ABD mimarlık fakültelerinde “summer study abroad” programları vardır; başta Roma olmak üzere Avrupanın neredeyse her başkentinde 2-3 haftalık ders programı için bir öğretim üyesi refakatinde öğrenciler götürülür, sokaklarda gezilir, eskizler yapılır, tarih anlatılır. Bunlara yazılmak epeyce masraflıdır ama gerek okul taksitlerini ödeyen ve “bizim haylaz hiç değilse zapt-ı rapt altında daha disiplinli olur, bohemyada başları derde girmez” diyen ebeveynler, gerekse yüksek lisans çerçevesinde “zaten ucuz faizle borçlanıyoruz, bi de Avrupa sefası olsun” diyen master öğrencileri için, profesörlerin “tur mihmandarlığı” yaptığı bu programlara ilgi yoğun olur. Bu hac görevini ifa ettikten sonra, takibeden yazlarda Hindistan ve (eğer memlekete gitmek için bahane arayan Türk öğretim üyesi varsa) Türkiye gibi daha egzotik yerlere gidenler de olur.

 İşte ben de bu fırsatı değerlendireyim dedim. Gelgelelim, aldığımız eğitimin verdiği kendimize güven (burnu büyüklük de denebilir!) ve sosyal sorumluluk güdüsü, tur mihmandarlığı rolünü üstlenmemi engelliyordu. Bu noktada benim önümdeki örnek ODTÜ Mimarlık Fakültesinde yapılan geleneksel ikinci sınıf yaz stajı oldu. Özellikle de bizzat deneyimlediğim ve ne yazık ki bu geleneğin ortadan kalkmasına neden olan “son” staj…

Önce çok kısaca (torunlar okursa diye) hepimizin bildiğini özetliyeyim. Bu stajın pedagojik amacı bizlere şantiye deneyimi vermekti. Bunun için bizleri herhangi bir şantiyeye (dayının veya tanıdık bir müteahhidin inşaatına) salmak yerine dahiyane bir çözüm uygulanıyordu: Yaz stajı görevini öğretim üyeleri dönüşümlü olarak üstleniyor, Türkiyenin herhangi bir köyünde ihtiyaç duyulan küçük ölçekli bir bina tesbit ediliyor, binanın projesini stajı yönetecek olan öğretim üyeleri yapıyorlar, proje mevkiine fakültenin marangozhane görevlisi, inşaat ustası ve karavana aşçısı eşliğinde ~20-25 öğrenci götürülüyor. Bina temelden başlanıp sekiz haftada tamamlanıyor, öğrenciler kazma sallama, harç karma, tuğla örme, doğrama, ince iş dahil, her safhada işçi olarak çalışıp deneyim kazanıyorlar. Aynı zamanda gelecekte mimar olarak hizmet etmeleri beklenen “halk” ile yakın temas sağlanıyor. Yani nereden baksanız bir ütopyanın uygulanmasına şahit oluyorsunuz. İşte bu ütopya bana yol gösterdi ve summer study abroad programını öğrencilere yerinde planlama deneyimi kazandırma amacıyla belediyelere (yani yerel halka) kentsel tasarım ölçeğinde hizmet veren aktivist bir ders olarak uygulama imkanı yaratabildim. Yaz köy stajımız benim fakültede sunulan 4 yıllık mimarlık eğitiminden elde ettiğim en önemli kazanımdır.

İkinci sınıf yazında (1969) staj için kalabalık bir öğrenci topluluğu birikmişti. İki ayrı yer tesbit edildi: yeşili, mavisi, antik kalıntıları ile geleceğin “mamur ve her mahallede bir milyoneri olan zengin Türkiyesinde” gözde bir turizm merkezi olmayı vaad eden Behramkale/Asos köyü ile Sivas’ın köy enstitüsü deneyimiyle ün salmış, “ insanların bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine” yaşamasını vaad eden Yıldızeli ilçesinin Ilıca köyü. Yörenin seçiminde fakültedeki hangi gurupların etkili olduğunu tahmin edebilirsiniz. Fakat anlaşılan o ki, yönetim Pir Sultan Abdal diyarına ille gidilecekse, bunun bir Çerkes köyü olacağına karar vermişti. Buraya planlanan köyde çıkan maden suyunu kaynağında alıp şişelemek için bir imalathane binası inşa etmekti.

Biz dört kız, iki Leyla, bir Nervin bir de ben, tereddütsüz Sivas’ı seçtik. Kot pantolonlar ve kanvas sırt çantaları, kalın pamukludan T-shirtler ve içinde “her ihtimale karşı” malzemelerin olduğu plastik el çantaları eşliğinde köye vasıl olduk. Staj hocaları Arda Düzgüneş ve Fahrettin Bey idi. Köyün ilk okulu erkekler için bir koğuş haline getirilmişti. Okula bitişik tek göz öğretmen evi de biz kızların mekanı idi. İlk intibam tezek-saman-toprak karışımı keskin bir köy kokusu oldu. İkincisi ise, elektriksiz dağ köyünde yıldızlı semalardaki haşmet. Gündüzleri bol güneşli, yayla ikliminde ırgatlık, akşam vakti paydostan sonra kurulan uzun masalarda hep birlikte yemek, gece de dağ gibi saman yığınlarına yaslanıp gök yüzünü seyretmek bana “işte hayat böyle olmalı” dedirtmişti. Hatta bir ara, bir veteriner ile evlenip, buraya yerleşsem diye düşündüğümü hatırlıyorum…

Köyün kendine has aroması çok kısa zamanda normalleşti, duymaz olduk; samanların üzerinde yıldız temaşası da yerini başka tür faaliyetlere bıraktı. Arkadaşlar kısa zamanda organize olup akşamları “okuma” seansları ile değerlendirmeye başladılar. Bu toplantılarda devrimci literatür ve o zamanın gözde konuları, mesela öncü hareket kentte mi, kırda mı örgütlenlenmeli gibi sorular tartışılıyor, Marxist-Leninist felsefe ve tarihsel materyalizm öğretiliyordu. Bizleri de kibarca davet etti arkadaşlar ama kızlar olarak bu toplantılara katılmayı cazip bulmadığımızı bildirdik. Onlar da israrcı olmadılar. Aslında ben şahsen eğer maçoluktan vaz geçip adam yerine koyacaklarını düşünseydim, katılmaya can atardım. Ama bu konularda edeceğim bir iki lafımı ağzıma tıkacaklarına emindim. Belki de öyle olmazdı, herhalde yanılmışımdır diyorum ama sonuçta “perception is reality”. (Ayrıca kafamı karıştıran bir şey daha oldu: Teoman (Başaran) elinde Ayn Rand’ın Fountainhead romanını gezdiriyordu, haliyle bu ne lahana bu ne turşu diye düşündüm. Fakat geriye dönüp baktığımda, mimar denen kişiliği tabii ki Howard Roark etkileyecek, Karl Marx değil herhalde!)

Akşam seanslarından alınan ilham, günlük hayata da yansımaya başladı. Hafta sonları olası devrime hazırlık amacıyla antremanlar yapılıyordu. Güreş tutma ve kırsalda izcilik maharetini kullanarak yapılan uzun mesafeli yürüyüşler giderek çevre köylerdeki yoldaşlarla irtibata geçme harekatına dönüştü.

Yorucu bir Cumartesiyi takiben Pazar günü oğlanlar genellikle şehirdeki hamama gidiyorlar, biz kızlar ise köyün açık hava hamamını kullanıyorduk. Burası köyün yamacında etrafı alçak bir duvarla çevreli, içinde doğal kaynak suyu akan bir yerdi. Köylü kadınlar burayı çamaşır yıkamak için ve hamam olarak kullanıyorlardı. Yıkanmaya karar verdiğimizde, kadınların kullandığını belirtmek için buraya giden patika üzerindeki çalılara renkli bir bez atıyorduk.

Hamama gitme bahanesiyle ortadan kaybolduklarında, oğlanların bir yerlerde alem yaptıkları kuvvetle muhtemeldi. Böyle bir hafta sonu, biz kızlar da kendi çapımızda keyif çatmaya karar verdik. Ancak bunu gerçekleştirebilmek hiç de kolay olmadı. Herşeyden önce, dış dünyadan gerekli malzemeyi tedarik etmek için destek güç bulmamız lazımdı. Bu bahaneyle Bülent Hatunoğlu arkadaşımızı şükranla anıyorum. Sayesinde çilingir soframıza konserve zeytinyağlı dolmalar, Barbunya pilaki; domates, salatalık, peynir; kavun ve karpuz eşliğinde yeterli miktarda rakı koyabildik. Transistörlü radyomuzda rusyanın sesinden türküler dinleyerek demlendik. O gece ilk kez “neredeyse” alkol komasını tecrübe etmiş oldum. Gece geç vakit hocamız Arda tarafından basıldığımızı hayal meyal hatırlıyorum.

Devrim çalışmaları gün geçtikçe hız kazanıyordu. Şantiye giderek daha erken paydos edilir oldu. Bu durum hocaları tedirgin etmeye başlamıştı. Gerçi Fahrettin Beyin sesi pek çıkmıyordu ama Arda çocuklara kapitalizmin erdemlerini anlatmak gibi beyhude bir çaba içine girmişti. Buna karşılık, ihdas edilen staj rejimi, artık karşı istihbarat faaliyetleri (counter-intelligence) ile taçlandırılmış, staj yerine gelen ve giden tüm mektuplar “merkez komite” tarafından okunuyor ve “karşı unsurlar” fişleniyordu. Bu bağlamda mektubunun okunduğunu üstü kapalı ifade eden laf atmalarla bu unsurlara “baskı kuruluyor”, en azından söz konusu kişiler sinir ediliyordu.

Bütün bunları kızlar gurubu olarak dışardan müşahade ediyorduk. Özellikle bedensel talimleri ve gezileri örgütlemede daha önce devre arkadaşımız olmamış, stajda yeni tanıdığımız Eyüp Temeltaş lider olarak temayüz etmişti. Bu işte bir gariplik vardı. Gece okuma seansları esnasında biz de ruh çağırma seansı yapmaya başladık. En favori sorumuz, masadaki kızlardan herhangisinin müstakbel eşinin adı, ikinci favori soru ise aramızdaki MİT ajanının kim olduğu idi, ki buna ruhlar mütemadiyen “Eyüp” diye cevap veriyordu. Arkadaşlar böylesi “idealizm” kokan gerici faaliyetleri hatırımız için görmezden geldiler, bize malum olan şüphelere de kulak asmayacakları belliydi. Zaten doğrudan yüzleşmek de hiç aklımızdan geçmedi.

Bir ara durumu teftiş amacıyla Ankara’dan Çetin Ünalın gönderildi. Çetin gerekli temaslardan sonra geri döndü, asayişin berkemal olduğu ve arkadaşların öngörülen faaliyetlerle yol katettiklerini bildirmiştir sanıyorum.

Bir hafta sonu kızlara staj yerinden ayrılmamız söylendi; “ size bir hafta tatil veriyoruz, nereye isterseniz gidin” dendi. Biz ayrıldıktan sonra duyduk ki staj yerini köylüler “basmış”. Bunun üzerine durum tehlikeli bir hal almasın diye staj iptal edilmiş ve binanın bitirilmesi ustalara bırakılıp herkes geri, Ankara’ya gönderilmiş. İddiaya göre, köylülere öğrencilerin “komünizm” faaliyetlerinde bulunduğu ihbar edilmiş, onlar da taş ve sopalarla staj yerine yürümüşler. Ankara’da fakültede bir soruşturma açıldı. Bu soruşturma esnasında Eyüp’ün gerçekten ajan olduğu ortaya çıktı. Dekanlık herkesi teke tek sorguya çekecek dendi. Sanıyorum “çeneni tut, yoksa!” mesajı vermek amacıyla rahmetli Menteş, bizim kapıyı elinde bir hançeri sallıyarak çaldı. Fakat beni sorguya falan çeken olmadı.

Dekanlık büyük ihtimalle gerek hocaların gerekse devrimci tayfanın herhangi bir yaptırıma uğramaması için çaba göstermiş olmalı. Yapılan pazarlık sonunda geleneksel köy stajlarına da son verildiği anlaşılıyor, en azından ben böyle anlıyorum.

Bu arada Eyüp liderliğinde yapılan kır gezilerinde irtibata geçilen ilerici öğretmen ve diğer yoldaşlar da şüphesiz deşifre oldular, onların başına ne geldiğini üzülerek merak etmişimdir.

Yıldızeli’nin Ilıca köyünde geçirdiğimiz günlerde olup bitenleri ben böyle anımsıyorum*. Eminim arkadaşların farklı gözlemleri olmuştur. Belki de Dekanlıkta o zamanın tutanakları hala mevcuttur. Objektif gerçek benim yazdıklarımdan farklı da olsa, bana akademik hayatımda ilham veren bu yazdığım şekliyle olandır.

Bizden sonra bu tür bir deneyimden mahrum olarak mezun olan öğrencilerin eğitimlerinin eksik kaldığı düşüncesindeyim.

*olaylardan hemen sonra oturup olan biteni kaleme almıştım. O yazıyı yıllar sonra çok aradım fakat o zamanlara ait pek çok dökümanı (ders teksirleri, mektuplar, projeler, kartlar vs) bulmama rağmen bunu bulamadım. Belki de babam “zararlı yayınları” tavan arasına sakladığı dönemde görüp her ihtimale karşı yok etmiştir, kim bilir…

 

Posted in Uncategorized | Leave a comment

‘68 Hareketi ve Mimarlığa Yansımaları

Temmuz ayında Hikmet Çetin 68 hareketi üzerine bir söyleşi yaptı, söyleşi derlediği kitapla ilgiliydi ama benim aklımda iki tesbiti kaldı: ‘Türkiyedeki öğrenci hareketinin Fransayı takip ettiği ya da paralel olduğu söylenir ama öyle değil. Biz Amerikaya bakıyorduk. Vietnam savaşı ve antiemperyalizm protestoları gündemdeydi.’ Benim de hatırladığım böyle. Bob Dylan, Joan Baez. İkinci tesbiti de kişisel bir deklerasyon idi, mealen dedi ki: ‘Ben daima 68 ruhunu taşıdım, yaşlandım ve bedenen yapabileceklerim artık sınırlı ama o zaman olduğu gibi şimdi de hazırım direnişe. Gençler bizden öğrenmeli.’ Ben de böyle düşünüyorum. ‘68 ve takip eden dönemler benim hem kariyer pratiğimi ve hiç sapmayan düşünsel çizgimi hem de transatlantik git-gel geçen yaşamımı şekillendirdi. Bu konuşma tamamen kişisel gözlemlerim ve yorumlarımdan ibaret olacak. ’68 mimarlık söyleminin nasıl şekillendiğini ve bu güne kadar geçirdiği safhaları anlatırken o yılları nasıl yaşadığım ve yaşarken nasıl yorumladığım ister istemez etkili olacak.

Bu yazıyı şöyle özetleyebilirim:

  • 1960larda bilim ve teknoloji, siyasal ve politik gelişmeler ’68 hareketine zemin hazırladı
  • ’68 hareketi Türkiye ve dünyada gençliğin sosyal ve ekonomik eşitlik, adalet, kişisel özgürlük ve barış taleplerini yükselen sol değerler söylemiyle toplum kesimlerine ve devlete çeşitli protesto yöntemleriyle duyurduğu bir hareketti. ABD de çevre ve vatandaşlık hakları konularında önemli adımlar atılmasına neden oldu.
  • Bu hareket mimarlık söylemine ve eğitimine de sosyal sorumluluk ve fiziki çevre tasarımında hesap verilebilirliğin benimsenmesi olarak kısa bir dönem için yansıdı.
  • 1980lerden sonra ise ‘68lerin ürünü olan yaklaşım ve söylemler marjinalize oldu, kavramlar bağlam ve anlamından uzaklaştırılarak dönüştürüldü. Mimarlık söylemi giderek bilimsellikten uzaklaşarak felsefi retoriğe evrilirken bunun tasarıma yansıması da mimarlığın tekrar salt biçim vermeye indirgenmesi oldu.
  • Bu arada, mimarlığın çekirdeğini teşkil eden ve bilimsel yöntemler arasında biricik bir yeri olan ‘tasarım süreci’ diğer disiplinler tarafından sahiplenildi.
  • Mimarlık eğitimi tekrar yıldız mimar kültüne dönerken pratiği ise eskisi gibi varsılların ve egemen güçlerin hizmetinde devam edegeldi.
  • Sosyal ve ekonomik eşitsizliğin artarak orta sınıfları da erozyona uğrattığı 2000li yıllarda özellikle 2008 krizinden sonra mimarlıkta da yeni arayışlar başladığını gözlemleyebiliyoruz. Bu arayışları kitlesel bir akım olarak nitelendirmek mümkün olmasa da bazı ortak yönleri var ve ’68 değerlerini anımsatmakta.

ODTÜ Mimarlık Fakültesinde ’68 Deneyimi Üzerine

          (… the answer my friend, is blowing in the wind; the answer is blowing in the wind…)

’68 Mimarlık Fakültesindeki yaşamı anlatan iki devre arkadaşımın yazılarından yararlanacağım ve bunlara kendi yorumlarımı ekleyeceğim. Onlar hareketin ‘liderleri’ arasındaydılar, hareketin planlayıcıları, uygulayıcılarıydılar. Ben sadece destekleyici ve gözlemciydim. Her foruma, her boykota, haberim olan her yürüyüşe katıldım. Yani hareketin çeperinde, kendi çapımda fikir oluşturan ama bunları ancak kendi pratiğimde işlevselleştiren bilinçli bir taraftardım. Şimdi bu arkadaşların anlatılarını, kendi yorumlarımı ve bana göre o dönemin mimarlık söyleminin temel kavramlarını paylaşacağım.

Ali Artun’un o dönemi şöyle anlatıyor:

‘yıllarca her gün bu mekâna geldik; burada yaşadık, yattık kalktık; burada hem mimar olduk hem devrimci olduk.’ 

han kapısı

Fakültedeki ikinci yılımda, yani 1968 sonunda, ben hem mimar hem devrimci olamıyacağımı (aslında kimsenin olamayacağını) keşfettim ve fakülteyi bitirsem de ‘mimar’ olmamaya karar verdim.

‘Her konuyu, her dersi bir tartışma vesilesi haline dönüştürüyorduk. Sanki sürekli bir forumda yaşıyorduk.’

Derslerin hem içeriklerini hem de veriliş tarzlarını sorguladık. Benim mimarlık hakkındaki fikirlerimi etkileyen örnekleri vereyim. Hatırladığım ilk protesto mimarlık tarihiyle ilgiliydi. Tipik bir mimarlık tarihi dersiydi, tarihi dönemlerin önemli yani anıtsal (monumental) yapılarının fiziki özellikleri anlatılıyor ve bunları öğrenmemiz isteniyordu. Biz bu binaları şekillendiren sosyoekonomik ve politik koşulları öğrenmek istiyorduk. Hocanın da rızası ile konuları aramızda paylaşıp araştırıp dersi bu anlayışa uygun olarak kendimiz verdik.

Bu deneyim bana mimarlığın iki önemli özelliğini öğretti: Mimarlığın geleneksel dili binaların şekliyle ilgili terminolojiden oluşuyor ve mesleğin kutsalı ‘biçim (form)’. Bizim verdiğimiz derslerde ise dil çok farklı. Diğer özellik ise, tarihi dönemlere damgasını vuran ve örnek olarak karşımıza çıkan binaların ezici çoğunluğunda mimarın güçlünün gücünü ve varsılın zenginliğini yansıtmakla görevli olması, ve bu yapıların aslında ‘kan ve göz yaşı’ üzerinde yükseldiği. O dönemin öncü kavramlarından birisi ‘sosyal adalet (social justice)’ mimarın umurunda mıydı? Burada ben iki soru sormaya başlamıştım ‘mimarlığın temel işlevi biçim vermek midir?’ Ve ‘Mimar kime hizmet etmelidir, kime karşı sorumlu olmalıdır?’

Sorguladığımız bir başka konu stüdyolarda verilen projelerin ‘Türkiye’nin gerçekleri’ne uygunluğu idi. Yani ‘geri bıraktırılmış’ bir ülkenin sorunlarını ele almaya müsait olup olmadığını toplumsal anlamı ve kamu yararı (social relevance, public benefit) açılarından değerlendiriyorduk. Bu bağlamda mesela bize farklı durumlarda biçim vermeyi öğretmek için verilmiş bir hayvanat bahçesi projesini boykot ettik ve yerine yatılı bölge okulu projesi yapmıştık.

Benim stüdyo projeleri konusunda gözlemlediğim ve sorgulamaya başladığım başka konular da vardı. Bazı projelerde detaylı (ihtiyaç) programı verilmezdi ve bir şekilde bu bilgileri var saymamız gerekiyordu. Ya da verilmiş ise, gerekçelendirilmemiş olurdu. Bu dönemde ODTÜ mimarlık stüdyolarında klasik otoriter usta-çırak ilişkisi hem var hem de yoktu. Belki de bunun neticesinde jürilerdeki proje kritiklerinin ve değerlendirmelerin de son derece gelişigüzel (capricious) olduğuna karar vermiştim. Evet, yıldız mimarın otorite olduğu bir stüdyo öğretisine kesinlikle karşıydım. Fakat bu kadar da temelsiz bir öğreti olmamalıydı. Bilgiye dayalı olmalıydı.

Mimarın yaratıcı, tek yaratıcı, tanrısal bir varlık olmadığı konusunda tabii ki herkes hem fikirdi—biz birer Howard Roark olmayacaktık. Öyleyse, bir proje neden tek bir kişinin ürünü olmalıydı? Mimarlık kolektif bir uğraş olmalıydı.

Bu düşüncelerle 6 arkadaşımla birlikte 1969 ikinci dönem stüdyo projesini bir gurup projesi olarak yapmaya karar verdik. Projelerin bireysel olması gerektiğini ve daha once böyle bir uygulama olmadığını söyledilerse de hocalar razı oldu. Bu projeyi yaparken mimarlığın dayanması gereken bilginin ve tasarım sürecinin niteliği konusunda çok kafa yorduk, o dönemde bulabildiğimiz kaynakları taradık, farklı disiplinlerdeki hocalara danıştık. Jüriye sunduğumuz kitap olarak bastığımız yazılı metin, kolajlardan oluşan bir slide gösterisi ve paftalar bir protesto niteliğindeydi ve jüri önce FF sonra da gayretlerimizden ötürü notu yükseltip FD verdi (Bu projenin hikayesi için: https://sancarblog.wordpress.com/kizli-erkekli-mersine-avm-tasarladik-yil-1969/)

Takibeden yıllara öncülük ettiğimizi en azından hocaları alıştırdığımızı Ali Artun’un yazdıklarından anlıyorum:

son yıl proje dersinde –ki bu çok önemli, “mimar olacak mısın olmayacak mısın” ona karar veriliyor– biz bütün dünyadaki mimarlık eğitimini araştırdık. Buna Çin de dahil, Küba da dahil. Dünyanın kitabını okuduk eğitim üzerine. Eğitimle ilgili bütün Marksist teori elden geçti. Bu çok yoğun bir mesai gerektiriyordu ve çok tartışıyorduk aramızda. O zamanki hocalarımız çalışmalarımızı çok takdir ettiler ve bunları seminerler halinde bütün fakülteye sunmamızı önerdiler. Biz de sunduk. Sonunda bu kolektif çalışma, gayet güzel grafiklere dökülerek bizim mezuniyet projemiz oldu. Hepimize tek bir not verildi ve hepimiz birden mezun olduk! Şimdi geriye doğru düşününce, bir yapı projesi yerine, topluca yürütülmüş Marksist bir eğitim araştırmasının mezuniyet sınavı olarak sunulması hakikaten bir ütopya gibi geliyor.

Dönemin kavramlarını hatırlamaya Ali Artun ile devam edelim.

Üniversite’nin işgal edildiği dönemi hatırlıyorum…

Şimdi bu işgal dönemini canlandırınca, insanların veya toplumların kendi kendilerini ne kadar güzel örgütleyebileceğini, yönetebileceğini görüyorum.

 Hem üniversitedeki hem de bizim fakültedeki yaşam –kamusal cephesi son derece zengindi– son derece özgürdü, katılımcıydı, eleştireldi, demokrattı. Adeta bir kamusallık laboratuvarıydı…

Mimarlık eğitiminde de radikal dönüşümler hayal ediyorduk. Bu konuda bayağı ayrıntılı çalışmalar yapıyor, ve bunları raporlar halinde yayınlayarak bütün fakülteye ve bu arada tabii fakülte kuruluna iletiyorduk. Ama başta fakülte yönetimine katılmak istiyorduk. Nitekim sonunda bize fakülte yönetim kurulu toplantılarına katılma hakkı verildi. Her isteyen öğrenci fakülte kurullarına katılarak söz alabiliyordu. Ama bu oy hakkı değildi tabii. Oysa biz oy hakkında da diretiyorduk. Daha sonra birkaç temsilciye oy hakkı verilmesini de kabul ettiler. Ama biz eşit temsil istiyorduk…

 Yine mimarlık fakültesi kantininde bir kafe açtık. …Ben bu tür girişimleri bir yandan da bir tür özerkliğin, özyönetimin ifadesi olarak görüyorum…

Mimarlık eğitiminde de radikal dönüşümler hayal ediyorduk. Bu konuda bayağı ayrıntılı çalışmalar yapıyor, ve bunları raporlar halinde yayınlayarak bütün fakülteye ve bu arada tabii fakülte kuruluna iletiyorduk. Ama başta fakülte yönetimine katılmak istiyorduk. Nitekim sonunda bize fakülte yönetim kurulu toplantılarına katılma hakkı verildi. Her isteyen öğrenci fakülte kurullarına katılarak söz alabiliyordu. Ama bu oy hakkı değildi tabii. Oysa biz oy hakkında da diretiyorduk. Daha sonra birkaç temsilciye oy hakkı verilmesini de kabul ettiler. Ama biz eşit temsil istiyorduk.

Buradaki kilit kavramlar eşitlik, özyönetim ve katılımcılık. Mimarlık Fakültesi dekanlığının işgal edildiğinde ben de oradaydım. O zamanlar telefon etmek çok zordu. Şehre giden arkadaşlardan ‘gökdelenin’ altındaki jetonlu telefonlardan evi arayıp akşam gelmiyeceğimi merak etmemelerini söylemelerini rica ederdim. Dekanlığı işgal ettiğimizde dekanın telefonunu kullanıp akşam yokum merak etmeyin deyince babam ‘sen nereden arıyorsun’ diye sordu. Dekanlıktan cevabını verince ‘ne arıyorsun orada’ diye sordu. İşgalin verdiği coşku olsa gerek düşünmeden dekanlığı işgal ettik deyiverdim. O akşam ve takibeden uykusuz geceler babamın beni cebimde 200 dolarla bir an evvel yurt dışına gönderme kararı vermesine sebep oldu sanıyorum. Kafeye şehirden köfte yapıp götürdüğümü de hatırlıyorum.

En çok ilgi duyduğum ve söyleyecek sözüm olan mimarlık eğitimi konusunda arkadaşlarımın fikir yürüttüğünü kantindeki hararetli sohbetlerinden anlıyordum ama bu sohbetlere katılım sanırım benim gibi çeperdeki kişiler için pek mümkün değildi. Fakülte yönetim kuruluna katılma hakkım olduğundan da hiç haberim olmadı. Burada söz konusu olan üniversitedeki karar hiyerarşisi içinde öğrencilerin eşit söz sahibi olmasıydı ve bu öğrenci temsilcisi olarak temayüz etmiş kişiler için istenen bir haktı. Bu deneyim ve gözlemlerim daha sonraki yıllarda özyönetim için eşit katılımcılık üzerinde yoğunlaştığım başlıca araştırma ve uygulama alanı oldu.

Fakültedeki ahşap ve metal atölyelerinin de serbestçe kullanıma açık olması yaratıcılığı teşvik etmiş, aramızdaki sanatkar arkadaşların gerçekten kıymetli eserler yapmasına ortam sağlamıştır. Ayrıca ODTÜ Mimarlık öğrencilerinin imal ettiği afişler ’68 hareketi içinde başlı başına efsanedir.

İşgalde malum bütün fakülte açık, bütün hocaların odaları, her şey bizim elimizin altında. Dolayısıyla atölyeler de açık. Çok iyi ahşap ve metal atölyeleri vardı. Bu atölyelerden inanılmaz işler çıkıyordu: heykellerin yanı sıra, sanatkârane coplar… Ve Türkiye’nin her yerine durmadan afiş basıyorduk.

afıs

Burada Arif Şentek ile devam edelim:

‘Bir diğer özelliğimiz, okuldaki eğitimin de etkisiyle, “el işçiliğine” yani “zanaatkarlık”a yatkın olmamızdır. Fritz Janeba’nın “Temel Tasarım” dersini alanlar bilirler, kağıtlarla, tahtalarla, iplerle, çamurla nasıl uğraşıldığını. Zaten yaz stajlarımızda hepimiz inşaat işçisi gibi çalışır, duvar örer, beton dökerdik. Bu zanaatkarlığı bazı arkadaşlarımız terziliğe, berberliğe kadar vardırmışlardı. Örneğin Aykut Ülkütekin, İbrahim Niyazioğlu, Koray Doğan kendilerine pantolon dikerlerdi

Bu “zanaatkarlık” eğilimi, bir anlamda kurulu düzenin tartışmasız kabul edilen üretim ve tüketim alışkanlıklarına bir tepkiydi, bir meydan okumaydı. Gerekli olanı en basit şekliyle biz yapmalıydık. O dönemde bizim okulda doğru dürüst kravat takana, takım elbise giyene rastlayamazdınız. Şimdiki gençlerin marka merakına çok ters düşen bir durumdu bu. Biz aldığımız mimarlık eğitiminde de “Süs Cinayettir”, “Az Çoktur”, “Biçim İşlevi İzler” gibi ilkesel laflarla besleniyorduk.’

Teori – pratik ilişkileri de tartışılan konular arasındaydı. Staj deneyimleri, zanaatkarlık yanısıra ‘pratiğin’ teoride yani lafta değil gerçek olarak yaşanmasını sağladı. Bence bir başka etkisi de yerelliği somut olarak tattırdı. Pek çoğumuzu yerel kültür ve yerel mimariyi çalışmaya ve yerelden öğrenmeye yöneltti.

Bu pedagojik yararlardan öte Üniversite halka doğrudan ve somut bir hizmet götürüyordu. Ayrıca bu uygulama mimarlık mesleğinin toplumsal alandaki konumunun nasıl değiştirilebileceğine dair ip uçları veriyordu.

afıs2Özetlemek gerekirse ’68 mimarlık öğrencileri olarak sosyal adalet, kamusallık, toplumsal yarar, bilgiye dayalı tasarım, kolektif çalışma, eşitlik, özyönetim ve katılımcılık; pratik yani uygulamanın önemi, ve yerellik gibi kavramları keşfetmiş ve benimsemiş ve uygulamıştık.

ODTÜ Mimarlık öğrencisi olarak bizim deneyimlerimizi ve çıkarımlarımızı Türkiye’de diğer mimarlık öğrencileri yaşadılar mı, bilemiyorum. Fakat benzer deneyimlerin aynı dönemde ABDnin belli başlı mimarlık fakültelerinde de yaşandığını takibeden yıllarda birlikte çalıştığım akademisyenlerden öğrendim.

ABD ’68 Öğrenci Hareketleri ve Mimarlığa Yansımaları

 1960’lar Ortamı

The Times They Are A-Changin’dylan 68 hareketlerinin 1960’ların ortamında geliştiğini hatırlatmalıyım. Bana göre yukarda ODTÜ Mimarlık Fakültesi özelinde anlattıklarım Türkiye’de 1960 ihtilalini takiben ve büyük ölçüde ‘61 anayasasının güvencesi altında yaşanan aydınlık dönemin ürünüdür. ABDdeki ’68 hareketini anlamak için de 1960ların ortamını hatırlamak lazım. 60lı yıllar takibeden 50 yılı etkileyecek önemli gelişmelerin olduğu yıllardı. O yılları kısaca özetleyeyim.

1963 yılında öldürülmeden önce verdiği son konuşmada John F. Kennedy Milli Bilim Akademisinde (National Academy of Sciences) Amerikan kültüründe egemen olan teknoloji ve mühendislik uğraşına ters düşerek temel bilimlerin devlet politikası olması gerektiğini vurguladı. 60lar bu alanda pek çok ‘ilk’lerin gelişmesine sahne oldu: 1960-68 arasında ilk lazer, ilk endüstriyel robot, ilk bilgisayar oyunu, ilk uydu yayını, ilk transatlantic iletişim uydusu, ilk mini bilgisayar, ilk internet (Arpanet), ilk ATM, ilk mouse, CD, bilgisayarla tasarım (Sketchpad) kullanıldı… Uzay yarışı ve ayda ilk adımlar bu on yıl içinde gerçekleşti. Bilim bu yıllarda halkın ve bilhassa gençliğin güvenini kazanmış ve hayal dünyasını uyandırmıştı. Zamanın ruhunu 2001: A Space Odyssey filminde ve Star Trek dizisinde görüyoruz. Herşey mümkün, güçlüleri yenebiliriz (we can overcome) duygusu yaygındı.

60’lar uzaydan çekilen dünya fotoğrafının da etkisiyle ‘ikinci’ çevre hareketinin de yeni bir bilimsel dille başladığı yıllardı. İki önemli yayın hareketin gelişmesinde etkili olacaktı: Rachel Carson’un 1963 yılında yayınlanan Sessiz Bahar (Silent Spring) ve Denis ve Donella Meadows’un 1972 de yayınlanan ‘kıyamet günü modeli’ (dooms day model) olarak da anılan Büyümenin Sınırları (Limits to Growth).

dooms day

Bilim ve teknolojide baş döndürücü gelişmeler olurken 1954 de toplu direnmeyle (civil disobedience) başlayan zenci hakları hareketi 1965 ilk büyük zenci isyanına (Watts riots) sahne oldu. İsyan daha sonra Newark ve Detroit’e yayıldı. Milli Danışmanlar Kurulu (National Advisory Committee) 1968 de yazdığı raporda isyanların altında yatan nedenin ‘beyaz ırkçılığı (White racism)’ olduğunu beyan etti. Televizyonda, Star Trek dizisinde, ilk defa bir zenci (Uhura) bir beyaz (Kaptan Kirk) ile öpüşerek bir tabuyu yıktı. Hareketin liderlerinden Malcolm X 1965de, Martin Luther King Jr. 1968de suikast neticesinde öldürüldüler. Sosyal, ekonomik ve hukuki haklar talebi aynı yıllarda Amerika’da ‘ikinci’ kadın hakları protestolarına ve feminist hareketin başlamasına yol açtı.

demokrat convAynı zamanda Vietnam savaşının gerçekleri ortaya çıkmaya başlamıştı. Bu ortamda Robert Kennedy Demokrat Parti başkan adayı olarak ön seçimlere katıldı. Kampanya platformu ırksal eşitlik ve ekonomik adalet, dış politikada saldırmazlık, iktidarın desantralizasyonu ve toplumsal gelişmeyi öneriyordu. Kampanyasının en önemli unsuru, bunları Amerika’nın geleceği olarak tanımladığı gençleri angaje ederek gerçekleştirme arzusuydu. Robert Kennedy King’in cenazesini kaldırdıktan hemen sonra Haziran 1968’de bir suikastla öldürüldü. Ağustos ayında Chicago’da toplanan Demokrat parti kongresi sırasında 10,000 savaş karşıtı protestocuya 26,000 polis ve Milli Savunma Kuvvetleri (National Guard) karşılık verdi.

kentYukarıda ABD ‘68 hareketlerinin ana eksenleri savaş karşıtlığı (anti-war movement) ve vatandaşlık hakları (civil rights movement) idi ve kurulu düzene (müesses nizam) karşıydı. Protestolar bu iki eksen etrafında çeşitlenerek üniversitelerde öğrenci şehirlerde ise zenci isyanları olarak karşımıza çıkmakta. Savaş karşıtlığı anti-emperyalizm, mazlum halklarla dayanışma, barış hareketi (peace-nicks) ve zorunlu askerliğe itiraz içeriyordu. Vatandaşlık hakları ise zencilerin (bu terim daha sonra Afrikalı-Amerikan olarak değişti) siyasal ve hukuki eşitlik, sosyal adalet, özgürlük talepleriyle başlamıştı. Üniversitelerde bu talepler Yeni Solu (New Left) temsil eden Demokrat Toplum İçin Öğrenciler (Students for a Democratic Society-SDS) gibi örgütlenmelerle oturma (sit-in), okuma (read-in) seansları ve protestolarla gelişti. Hareketin en önemli kavramları ekonomik ve sosyal eşitlik ve katılımcı demokrasi (participative democracy) yani yaşamı etkileyen kararlara doğrudan katılma talebiydi. Protestolar bütün eyaletlerde yaygın idi. Devletin bu hareketlere tepkisi çok sert oldu. En kanlı olan1970 Kent State (Ohio) öğrenci protestolarında 4 öğrenci öldürüldü, 9 öğrenci yaralandı.

ABDde Çevre Koruma Dairesi (EPA) nin kurulması ve Temiz Hava, Temiz Su Kanunlarının (Clean Air, Clean Water Acts) geçirilmesi; Vatandaşlık Hakları Kanunun (Civil Rights Act) kabul edilmesi ve kamu planlamasında halkın katılımı koşulu getirilmesi gibi kazanımlar ’68 hareketinin sonuçları olarak kabul edilir (Böylece sokak hareketleri son bulurken ‘70lerde ‘yeni sol’ (the new left) Demokrat Partiye entegre edilmiştir). Ayrıca Vietnam savaşı sonlandırılmış, Başkan Johnson tekrar aday olmaktan vaz geçmiştir (bunlara ek olarak Amerika’nın gelecekte gireceği savaşlara halkın itirazlarını minimize etmek için mecburi askerlik (draft) de kaldırılacak, profesyonel orduya geçilecektir).

‘68 Kuşağı Mimarlık Söylemini Nasıl Etkiledi

’68 hareketinin temel kavramları 70li yılların mimarlık söylemini birbirine zıt iki farklı yönde etkiledi. Her iki kulvarın da başlangıç noktası modernist mimarinin eleştirisiydi. İkinci Dünya Savaşı sonrası mimarlığını temsil eden modernizm, esas itibariyle Bauhouse akımının bir devamıydı. Bauhouse felsefesi ise 20. Yüzyılın gelişmiş yapım teknolojisini kullanarak en geniş kitlelerin en temel ihtiyaçlarını en verimli şekilde karşılamayı öneriyordu. Bu amaçla “Süs Cinayettir”, “Az Çoktur”, “Biçim İşlevi İzler” gibi ilkeleri benimseyerek, hem şekilde/görüntüde hem de kullanımda eşitliği savunuyordu. Yani temelde toplumun yapı gereksinimlerini karşılarken sosyal ve ekonomik eşitliğe dayanan bir akımdı ve bu yönüyle sol düşünceye yakındı. pruitt ıgoeBu akımın sorgulanmasında ve mimarlarca reddinde zamanında Architectural Forum dergisinde ‘yılın en iyi projesi’ olarak yer alan Pruitt Igoe sosyal konut projesi önemli bir rol oynadı. 1955te biten bu projenin 1972 yılında yıkımı televizyonlarda yayınlandı. Proje kentsel yenileme ve kamusal politikaların (urban renewal and public policy) zafiyetini kanıtlamakla kalmadı, modernist mimarinin de şiddetle eleştirilmesine sebep oldu.

’70-80li yıllar

Bilimsel mimarlık (Scientification of Architecture): Modernist mimariyi eleştiren fakat ilkelerini reddetmeyen birinci söylem modernist mimarinin başarısızlığını bilimsel olmayışına bağlıyordu. Tasarımda kullanıcı ihtiyaç ve isteklerinin ‘bilgi’ye dayanmadığını ve mimarlık eğitimi ve pratiğinin bilimsel araştırmalarla elde edilen güvenilir bilgilere dayanması gerektiğini ileri sürüyordu. Bu söylem iki yönde gelişti. Kullanıcı gereksinimleri, fiziki çevre ile insan davranışları arasındaki karşılıklı etkileşim, ve yapım sonrası değerlendirme konuları üzerinde çalışmalar hem akademi hem de uygulamada yer almaya başladı. Bunun yanısıra, tasarım ve uygulama sürecine paydaşların yani kullanıcının, yerel halkın katılımının sağlanması için yöntem ve teknik araştırmalarına başlandı. Her iki yöndeki gelişmelere 1968 yılında kurulan EDRA — Çevre Tasarım Araştırma Derneği (Environmental Design Research Association) öncülük etti. edraEDRA tanıtım sayfasında bu kuruluşun ‘toplumsal farkındalığın, protestonun hakim olduğu, yeni ufukların açıldığı, yepyeni görüşlerin ortaya çıktığı bir dönemin, ‘60lı yılların ürünü’ olduğunu söylüyor. Bu bağlamda misyonunu ‘fiziki çevre tasarım ve yapımında toplumun her kesiminin insanca yaşamını sağlamak, bunu çok disiplinli bilimsel araştırmalar ve geniş toplumsal katılımla gerçekleştirmek ve bu alanda sosyal adalet ve eşitlik için sözcülük yapmak’ olarak tanımlıyor.

Burada genel gelişmelere paralel olması bakımından Mimarlar Odasının düzenlediği 1969 Mimarlık Seminerine değinmek isterim. Türkiyede mimarlığın ürünlerini ve kentleri eleştiren bir toplantı. Seminerde bildiri verenlerin hemen hepsi planlama ve sosyologlardan oluşuyor. Doğrudan mimarlıkla ilgili olan ve kitabın sadece altıda birini oluşturan son bölüm mimarlık eğitimi üzerine fakat bu bölümdeki key note bildiriyi veren Aydın German mimar değil. Eleştirenler Erdem Aksoy ve İlhan Tekeli.

mım sem.png

EDRA kurucuları ve üyeleri ABDnin belli başlı mimarlık fakültelerinde görev aldılar ve eğitim programlarının (müfredat) şekillenmesinde etkin rol oynadılar. Her ne kadar kurucular mimar kökenliydilerse de, zamanla bu dernek sosyal bilimcilerin hakimiyetine geçti ve mimarlara ‘ders verilen’ (architect bashing) bir dönem yaşandı. EDRA yaklaşımının mimarlık pratiğine taşınması Tesis Proglamlama, Planlama ve Değerlendirme (Facilities Programming, Planning and Evaluation) gibi bir ihtisas alanının ortaya çıkmasıyla gerçekleşti. Hastane, hava meydanı, sanayi tesisleri, büyük kamu işletmeleri için bilimsel araştırmalar yaparak danışmanlık hizmeti verebilen firmalar oluştu. Mimar akademisyenler tarafından başlatılan bu alan daha sonra mimarlık eğitiminden koparak işletme ve endüstri mühendisliği gibi bölümlere taşındı. ‘Bilimsel mimari’ yaklaşımının diğer yönü tasarım süreci, katılımlı tasarım ve bilgisayar destekli karar verme üzerine yoğunlaşan çalışmalardı. Zamanla bunlar daha ziyade şehir planlama ve bilgisayar bilimleri bölümlerine kaydı. Süreçler üzerinde bilimsel araştırmalara yer veren Design Studies dergisi 1979 yılında yayınlanmaya başladı. 80lerden itibaren de her iki akımın da mimarlık fakültelerindeki ağırlığı azalıp marjinalize oldu.

dsdesdm

Çevre (Environment): EDRA, yani ‘Çevre Tasarım ve Araştırma Derneği’nin ismindeki ‘çevre’ genel anlamlı olup yapılan araştırmaların pek azı doğal çevreyi anlamak ve korumakla ilgiliydi. ‘60lar II. Çevre akımının yansımasını İan McHargh ın 1969da yayınlanan Design With Nature (Doğa ile Tasarım) da görüyoruz. Burada önerilen ekoloji dayanaklı tasarım (ecological design) mimarlıkta değil peysaj mimarlığında (landscape architecture) bir süre etkili oldu. Büyümenin Sınırları (Limits to Growth) ‘küçük güzeldir (small is beautiful)’ hareketini doğurduysa da mimaride etkisi olmadı ve mesela ortalama konut büyüklüğü hane nüfusu küçüldüğü halde 1950-1980 arasında iki misline çıktı.

Habitat I, II, III. Birleşmiş Milletlerin organize ettiği insanlığın barınma sorununa odaklanan ilk Habitat konferansı 1976 yılında Vancouver’da yapıldı. Daha sonra 1996’da Istanbulda ve 2016 da Quito’da tekrarlanan bu konferansa Amerikan Mimarlar Derneği (AİA) katılmıştır. Ekonomik kalkınmanın faydalarının hakça paylaşılması, arazi kullanımının planlanması ve düzenlenmesi, çevrenin korunması, kararlara halkın katılımı, kadın ve gençlerin sosyal ve ekonomik entegrasyonu ve doğal ve insan yapımı felaketlerle yerinden edilen insanların rehabilitasyonunu öneren Vancouver Bildirisinin mimarlık disiplini ve eğitimine etkisi ne kadar olmuştur araştırmaya değer bir konudur.

Biçimsel MimarlıkPostmodernism ve Ötesi (Formalist Architecture; Postmodernism and Beyond): Modernizmin sorgulanmasıyla başlayan ikinci kulvarda ’68 hareketinin ana kavramlarının şekil değiştirdiğini ve mimarinin kısa süren bir toplumsal sorumluluk ve bilimsellik arayışını bırakarak biçimselliğe dönüşünü görüyoruz. Postmodernizm ’68 hareketindeki sosyal ve ekonomik hak, adalet, eşitlik kavramlarının yerine ‘çoğulculuğu (pluralism)’ ikame ederek itirazın sınıfsal boyutunu göz ardı etmiş oldu. Bu da zamanla ‘özellikli nüfus (special populations)’ ve kimlik siyasetine dönüştü. Buna parallel olarak da bilginin göreli olduğu (relativism) varsayılarak bu gün yaşadığımız ‘hakikat ötesi (post-truth)’ dönemine kapı açmış oldu.pomo

Mimarlıkta postmodern akımının halkın anladığı sembollerin, yani dekorasyonun kullanılmasını öneren Learning from Las Vegas (1972, Denise Scott Brown, Robert Venturi, and Steven Izenour) ile başladığı iddia edilir. Postmodern mimarinin en veciz tarifini NYT eleştirmeni Goldberger yapıyor: biraz eski, biraz yeni; biraz taklit, biraz mavi (something old, something new; something borrowed, something blue)’ Yani, modernizm öncesi tarzlardan alıntı biçimleri yeni bağlamlarda ve yeni malzemelerle, renk katarak kullanmak bu akımın belirgin özelliğiydi. ‘Çoğulculuk’tan kasıt binalarda çeşitli bireylerin hoşuna gidebilecek dekoratif ögeler veya semboller olabilmesiydi. ‘Göreli bilgi’ üretimine katkı da binaların eşit değerde türlü yorumlara açık olmasıydı. Böylece içerik yerini biçime bırakmış oldu. Haritada kendisine yer bulmak isteyen her şehir zamanın postmodern mimarlarına birer bina yaptırmak için yarışa girdiler. Bu da modernist asık yüzlü sıkıcı kent görüntüsünü çeşitlendirdi. Fakat nasıl modernist ilkeler geniş kitlelerin gündelik çevrelerini tasarlarken biçime indirgendiyse, postmodern mimari de aynı pratiğe devam etti.

pomo mım

pomo biçim.png

‘90lar ve sonrası: Kavramların Dönüştürülmesi

Bu dönem söylemlerine üç farklı paradigmanın damgasını vuruduğunu görüyoruz: sürdürebilirlik (sustainability), yerellik (place) ve katılımcılık (participation). Köklerini ’68 hareketine atfetmek mümkünse de bu kavramların temelde ’68 kuşağının itiraz ettiği düzeni değiştirmek şöyle dursun, devamını garanti altına almak için kullanıldığını söyleyebiliriz.

Sürdürülebilirlik kavramını 1987 ‘Ortak geleceğimiz (Our Common Future)’ raporu öne sürdü. Ana fikri doğanın ekolojik değerlerinin korunup sürdürülmesiydi ve doğal olarak ‘büyüme’nin kontrolunu (growth control) gerektiriyordu. Önerildiği zaman geniş kabul gören kavramın anlamı başta inşaat sektörü olmak üzere böyle bir uygulamadan zarar görecek olan tüm güç odakları tarafından büyük bir ustalıkla dönüştürüldü: yerini sırayla büyümenin yönetimine sonra da sürdürülebilir büyümeye bıraktı.

sustSürdürülebilirlik kavramı zamanla mimarlık eğitimi terminolojine dahil oldu. Uzunca bir süredir zaten devlet desteği alan alternative enerji araştırmaları ‘çevreye uyumlu’ yapım teknolojisi sanayinin de nihayet canlanmasını sağladı. Binalarda enerji tasarrufu ilkesini savunan Yeşil Mimari (green architecture) Leeds sertifikası ile uygulama alanında yer buldu ve kentlerde signature binalarda veya bazı kamu binalarında kullanılarak medyada ses getirdi. Bu arada yapılan konutlar ve servis binaları (AVM, depolama gibi) her yıl büyümeye ve yeni yerleşkeler tarım ve orman alanlarını, ve kıyıları yani hassas çevreleri alabildiğine talan etmeye devam etti. Yapılan projelerin altında mimarların imzası olduğunu hatırlatmak isterim. Bu arada bir istisna olarak güneş enerjisi kullanımının yaygınlaştığını ve mimarlık eğitiminde yer almaya başladığını görüyoruz (solar architecture dersleri) fakat bu olgunun mimarların değil plancıların öncülüğünde, belediyelerin ve enerji şirketlerinin yeni ortaklık biçimleri geliştirmesine bağlıyorum.

Yer kavramı, tasarımın mekana şekil vermekten ibaret olmayıp, insanı, doğası ve geçmişi ile yerel özgünlüğün anlaşılması, paylaşılması ve geniş katılımla düzenlenmesi olduğunu ileri sürüyordu. Bu tanımıyla ’68 kuşağı bizlerin anlayışının akademideki devamıydı. Uygulamada ise kentsel dönüşüm ve infil projelerinde mimarın halihazır fiziksel dokuyu kendince yorumlayarak tekrar etmesi, en çok da yeri pazarlamak için yeni bir ‘imaj’ yaratılması anlamında kullanıldı.

yer

‘Yer’ kavramını ‘Bölgesellik (Regionalism) tarzında da görüyoruz. Fakat Bölgesel Mimari (Regionalist Mimari) ne söylem ne de uygulamada yaygın yer almadı. Ekonomisi turizme bağlı az sayıda yerlerle sınırlı kaldı.

Postmodernist tarz bina kitlesi gelişigüzel parçalanarak (hiç kullanılmayan) balkoncuklar, ve küpolalar; bina fasadları suni taşlar, işlevsiz kuleler, bol yapma ağaç ve çiçeklerle avama düşerken, 1990lardan başlayarak 2000li yıllarda mimarlık anıtsal binalara, komplekslere ve mega projelere talip olan yıldız mimarların salt biçimsellik arayışlarının etkisi altına girdi. Mimarlığın geldiği bu noktada mimarlık ile güçlüler arasında sadece binaların değil ilçeler ve hatta bölgelerin bir yıldız mimar tarafından adeta bir obje gibi biçimlendirilmesini meşru gören lanetli bir ittifak görüyoruz.

obje.png

Mimarların kapı tokmağından ülkeye, ölçek ne olursa olsun tasarlama yeteneği olduğu iddiası daima var olmuştur. Türkiye’nin ’68 kuşağı mimarları kariyerlerini gerçekten de bu geniş yelpazede iş yaparak tamamladılar. Bu kuşağın belki de en önemli özelliği öğrenmeyi öğrenmiş olmalarıydı. Dolayısıyla, hangi ölçekte kendilerini buldularsa o ölçeğin gerektirdiği bilgi ve beceriyi öğrenip uyguladılar. Bu zanaatkarlık, obje tasarımından mühendisliğe; belediyecilikten, iş yonetimine; şehir ve bölge planlamadan bankacılığa ve siyasete kadar geniş bir alanı kapsıyor. Bu görevleri üstlenirken girmiş oldukları alanın bilgi birikimine saygı göstererek katkı yaparak ve çoğu zaman da lider olarak çalıştılar. Günümüzde ana eğilim diyebileceğimiz yukarıda değindiğim bu formalist yaklaşımın ‘68liler anlayışına en uzak noktada olduğunu düşünüyorum.

Katılımcılık (participation) kamu projelerinde kanuni zorunluluk olunca şehir planlamada disiplinin temel çalışma alanlarından birisi oldu (Bu kavramın insanların özyönetime katılımı (democratization) genelinde ne kadar yozlaştığı konusunu bir kenara bırakıyorum). Sahadaki uygulamalar eleştirildi, yeni yöntemler önerildi.

partBu kavram mimarlık söyleminde veya eğitiminde kayda değer bir yer bulmadı. Ancak, mimarlık pratiğinde projelerin hacmı büyüyüp karmaşıklık düzeyi arttıkça, ‘paydaşların katılımını sağlamak ve yönetmek’ gereksinimi ortaya çıktı ve katılım terimi yerini ‘işbirliği (collaboration)’ne bıraktı. İşbirlikçi yaklaşımlar katılımcılık adına geliştirilmiş olan yöntem ve teknikleri sahiplenerek büyük projelerin yönetiminde yer buldu. Bu bağlamda ‘katılımcılar’ yatırımcılar, mimarlar, muteahitler, bürokratlar, gibi projenin hayata geçirilmesinde rol oynayan ‘paydaşlardan’ ibaret olup, kullanıcıların ve/veya yerel halkın bu süreçte yer alması söz konusu olmadı. Yani bu paradigmanın da asıl maksadından uzaklaştığını görüyoruz.

2000’lerde Aykırı Sesler

Bu sesleri David Harvey’in 1973de yayınlanan ‘Kentte Sosyal Adalet (Social Justice İn the City)’ ve ‘kent hakları (right to the city)’ hareketinin devamı olarak görebiliriz. Kent planlama disiplininde her ne kadar pratikte etkin olmasa da söylem ve eğitim programlarında bu çizginin kesintisiz devam ettiğini söyleyebilirim (ABD planlama eğitiminin ‘ılımlı’ dan radikale uzanan sol eğilimli olduğunu söylemek yanlış olmaz. Söyleme örnek Gavin Shatkin’in 2017 sonunda yayınlanan Kar İçin Kent (Cities for Profit). Yerel yönetimlerde halkın katılımını kolaylaştırmak için çok sayıda ve çeşitli on-line platformların yaygınlaşmasını da not edelim). 2000li yıllarda özellikle 2008 emlak krizi sonrası nihayet mimarlık söylemi ve eğitiminde de ana gidişata itirazlar yükselmeye başladı.

Bu itirazlar iki farklı düzlemde gelişiyor. Birincisi müfredatta ‘mimarlık teorisi’ diye adı geçen konuya sol retoriğini eklemlendiren söylemler. Aslında 90lardan beri örneğine raslayabileceğimiz fakat günümüzde sayıları artan bu makale ve kitaplar felsefi bir dil kullanarak günümüzdeki mimarlık pratiğini lanetliyor. Örnek olarak iki yayını vereceğim.

  • Mimarlık Özgürlükçü Bir Proje Olabilir mi? Mimarlık ve Sol Üzerine Söyleşiler (Can Architecture Be An Emancipatory Project? Dialogues On Architecture and the Left, Nadir Z. Lahiji) Farklı yazarların birbirleriyle dialogunu derleyen bu kitap amacının akademik mimari söylemin çağdaş politik-felsefi radikal solun öne sürdüğü ‘özgürlükçü hipotezi’ göz ardı ettiği varsayımından yola çıkarak böyle bir söylemin çerçevesini çizmek olduğunu söylüyor. Katkıda bulunan yazarların ilgi alanını ‘mimarlık teorisi, modernite, ve çağdaş eleştirinin felsefe, sosyal teori ve psikoanalitik teorinin kesiştiği alan’ olarak tarifliyor.
  • Mimarlık Yapmanın Başka Yolları (Spatial Agency: Other Ways of Doing Architecture 2011 by Nishat Awan, Tatjana Schneider and Jeremy Till) kişilerin kendi mekanlarını sosyal yapıların baskılarından bağımsız olarak özgürce tasarlayabilmeleri için mimarlığın değişmesi gerektiğini savunan ve bu yaklaşımın örneklerini tartışan bir çalışma.

Oldukça seyreltilmiş (rarified) felsefi bir dil kullanılan bu söylem mimarlara somut yol göstermekten ziyade bir eleştiri zemini sunmakta. Bu yönüyle, eğer söylem yaygınlaşırsa, pratiğe ‘özgürlükçü’ binanın biçimsel özelliklerini pazarlayan mimarlarca dönüştürülebileceğini düşünüyorum.

İtirazların geliştiği ikinci düzlemde ise doğrudan mimari ürünlerini eleştirilerek bunları oluşturan tasarım ve yapım süreçlerinin değişmesi için somut öneriler yapılıyor ve örnekler veriliyor. Bu kulvarda kullanılan temel kavramlar eşitlik için tasarım, aktivizm ve katılım.

  • Neoliberalizmin Mimarisi: çağdaş mimari nasıl bir kontrol ve başeğdirme aracı haline geldi (The Architecture of Neoliberalism: how contemporary architecture became an instrument of control and compliance, 2016, by Douglas Spencer) formalist mimarlığın eleştirisini ve örneklerini sunuyor.
  • Mimarlık ve Katılım (Jones, Peter Blundell, Peter Blundell Jones, Doina Petrescu and Jeremy Till (2005 ve 2013)) ‘60lı yıllardan başlayarak katılımcı yaklaşımı irdeleyen bir yayın. Burada güçlü sosyal sınıfların egemen olduğu bir alanda mimarların rolünün belirsizliğine, mimarlık disiplininin teoride ve pratikteki bilimsel yetersizliğine dikkat çekiliyor.
  • 2006’da ‘Vancouver ‘76dan 30 yıl sonra’ temalı bir Dünya Kent Forumu (World Urban Forum) yapıldı (Bu konferansa ben katıldım. Mimarlar katılımcıların küçük bir bölümünü oluşturuyordu.. Akabinde insani yardım amaçlı projelerin en kapsamlı dökümünü veren Umurundaymış Gibi Tasarla (Design Like You Give a Damn) adlı bir dizi kitap yayınlandı. Bu projelerden alınan dersleri kitabın editörleri şöyle özetliyor:
    • Projen gerçekleşmezse önemi yok demektir.
    • İnovasyon paylaşılırsa değerlidir.
    • İşbirliği yapmak daha eylencelidir.
    • Tasarım ekonomik bir enstrümandır.
    • Yerel beceriyi keşfet ve ortaya çıkart.
    • Ölçek kendiliğinden oluşsun.
    • Kendinin işsiz kalacağı bir ortam tasarla
  • 2008 sonrası söylemde mimarlık hizmetini geniş halk kitlelerine sunmak için kamu menfaatlerini savunan ‘aktivist mimarlık’ örnekleri görmeye başlıyoruz (Ör: Expanding Architecture: Design by Activism by Bryan Bell, Katie Wakeford, Steve Badanes and Roberta Feldman (Oct 1, 2008))
  • Yerel koşulların araştırıldığı ve kullanıcıların katılımıyla 11 firmanın dünyanın çeşitli yerlerindeki ihmal edilmiş topluluklar için gerçekleştirdiği projeleri anlatan bir başka çalışma Küçük Ölçek, Büyük Değişiklik (Small Scale, Big Change: New Architectures of Social Engagement, 2010 by Andres Lepig). Burada mimarların sosyal, ekonomik ve politik konulara eleştirel bir yaklaşım sergilemeleri öneriliyor.
  • 2011 yılında Smithsonian Enstitüsü’nün Cooper-Hewitt, Milli Tasarım Müzesinin (National Design Museum) Diğer %90 İçin Tasarım (Design for the Other 90%) ve Diğer %90 İle Tasarım sergi ve yayınlarında tasarımcılar, mühendisler, mimarlar, akademi ve sosyal girişimcilerin bir araya gelerek diğer% 90 için düşük maliyetli çözümler tasarladıkları bir hareketin örnekleri verildi.
  • Aktivist Tasarım üzerine yapılan bu çalışmada pratisyenler ve öğrenciler için katılımlı tasarım ve uygulama süreçleri, yöntem ve teknikleri anlatılıyor (Design Activism: Beautiful Strangeness for a Sustainable World by Fuad-Luke, Alastair, 2013)

Her iki düzlem için oldukça gelişigüzel bir yöntemle seçtiğim bu örnekleri çoğaltabiliriz. Mimarlık disiplini ile doğrudan ilişkili olmayan fakat neoliberal düzenin dayattığından farklı bir düzen ve yaşam olabileceği inancından hareketle yeni süreçler ve pratikler öneren ve deneyimleri paylaşan akımlar hız kazandı. Bunların arasında mimarların da destek verdiği slow food, slow city gibi tüketim alışkanlıklarını değiştirerek bir etki yapmaya odaklananlar var. Ekonominin temel kurallarına ve işleyişine farklı yaklaşımlar öneren akımlar her ne kadar bugün küçük ölçekli uygulamalarla geçekleşiyorsa da, gelecek için ümit verici. Paylaşılabilen (Shareable) hareketi bunlardan birisi. Fiziksel çevre yaşantının çok önemli bir parçası olduğundan paylaşılabilirliği temel alan projelerin pek çoğunda mimarları ilgilendirmesi gereken boyutlar oluyor. Hareketi doğrudan mimarların dikkatine sunan bir yarışmaya yeni rasladım. Yarışma çağrısı ‘Paylaşım toplumu’nda yeni teknolojiler, tasarım stratejileri ve halk katılımı ile mimarlık pratiği nasıl değişmeli?’ sorusunu soruyor ve ‘‘vizyoner mimar’dan vaz geçerek mimarlığı toplum yararı için yeniden yapılandırmak gerekir’ diyor. Paylaşılabilir (Shareable) halkın içinden çıkan (grass roots) bir hareket ve nihayet akademinin ilgisi çekmeye başladı; Planlama Teorisi ve Pratiği (Planning Theory and Practice) dergisi bu konuda araştırma makaleleri için çağrı yaptı (Call for short papers: ‘Sharing Economy’ Interface Planning Theory and Practice to be published in 20:2 in 2019).

Gençlerin öncülük ettiği ve oldukça sistemli bir örgütlenme ve çalışma izleyen bir hareket de Gündoğuşu Hareketi (Sunrise Movement.) Bu hareket küresel ısınmayı durdurma amaçlı ve fosil yakıt güçlerini politik arenada engellemeye odaklanıyor. Yenilenebilir enerji ikame edilirken eşitlikçi ilkeleri sosyal adaleti savunan bir yaklaşım sergiliyor. ‘Sağa, sola değil, ileriye bakıyoruz’ sloganı ile kitle hareketi olmayı hedefliyor fakat savunulan ilkeler ancak sol pratik ile gerçekleşebilir. Bu harekette de mimarlık öğrencilerini (veya meslek kuruluşunu) ön saflarda göremiyoruz.

Yorum ve Sonuç

 Mimarlık söyleminde sosyal sorumluluk, kamu menfaati, hakça paylaşım ve demokratik katılım ilkelerini uygulama örnekleriyle yeniden duymaya başladık.

Bu noktada akla iki soru geliyor:

  1. Yukarıdaki örnekler (‘68li yıllarda olduğu gibi) yaygınlaşıp kurumsallaşarak formalist mimarinin yerine geçme iddiası olan bir akım haline gelir mi?
  2. Eğer böyle bir ihtimal varsa, geçmişteki akibete uğramaması yani dönüştürülüp amacından uzaklaşmaması, kalıcı olması nasıl sağlanabilir?

Birinci soruya cevap verebilmek için yeterli alt yapı olup olmadığına bakmak lazım diye düşünüyorum. ’68 düşüncesi, söylemi ve hareketi ‘60ların bilimsel, sosyal, ekonomik ve politik alt yapısının ürünüydü. Zamanımızın tekno-ekonomisi o dönemin temel bilimler ve teknolojiye yaptığı katkıların neticesi. Temeli o döneme dayanmayan herhangi bir yeni buluş veya ürün göstermek zor. O dönemde bilim ve bilimselliğin toplumsal saygınlığı bugün yok olmuş durumda. Bugün sosyal, ekonomik veya politik alanlarda kurulu düzene alternatif arayanların dönüp baktığı dönem gene o dönem; o düşünsel yapıya geçen 50 yıl içinde yapılan kayda değer bir katkı olduğunu söylemek zor. En önemlisi, bugünün sokak hareketlerinde mimarları (mimarlık öğrencilerini) lider olmak şöyle dursun katılımcılar arasında bile göremiyorum. Dolayısıyla, bu gelişmenin ana akım mimarinin yaygın olarak sorgulanmasına yol açacağını sanmıyorum.

Buna karşılık, ana akım mimarlık eğitim ve pratiğine paralel yürüyen, az sayıda eğitim kurumunun az sayıda ‘toplum için mimar’ (ya da benzer bir tanımla) yetiştirdiği yeni ve kalıcı bir ihtisas alanı oluşabilir. Bunun örneklerini müfredatına bir veya iki dönem boyunca verilen ‘praxis’ ve ‘toplumla tasarım (community engagement)’ dersleri ekleyen mimarlık fakültelerinde görüyoruz. Mevsimsel nüfüs hareketi olan sınır bölgelerinde, mülteci akımı olan yerlerde, alternatif yaşam talebi olan yerlerde, yoksul azınlık mahallelerinde ve doğal afet bölgelerinde ana akıma nazaran daha ucuz ve etkin faaliyet yapabilecek olan bu tür mimarlığa gereksinim (ve parasal destek) olduğu bir gerçek. Bu sınırlı akımın yerleşmesinin önündeki engel bu bölümlerden mezun olanların ‘mimar’ sayılabilmeleri için meslek odaları tarafından (ABD de bu AIA oluyor) akredite olma mecburiyeti. Bu da zaten meşakkatli bir eğitim sürecinin yeni beceriler ve yetkinliklerle daha da uzaması/zorlaştırılması demek. Dolayısıyla, bu akımın da ilerde mimarlık disiplini bünyesinden koparak farklı bir çatı altında yer almasını bekleyebiliriz.

Son olarak da, şartlar oluşursa ve mimarlar da düzene karşı gelen kitlesel bir hareketin tekrar parçası olurlarsa, ilkelerin yozlaşmaması için mimarlık disiplini nasıl değişmeli sorusuna kısaca bakmak istiyorum.

Mimarlıkta mesleki etik müşteriye (yani iş verene) karşı sorumluğun ötesinde ele alınıp topluma ve doğaya karşı sorumluluk, sosyal adalet, kamu menfaatini gözetmek ve bu konularda hesap verilebilirlik gibi değerlerin ‘mimarlık etiği’ olarak kurumsal belgelerde yer almalıdır.

Tasarım toplumsal değişim için etkin bir araçtır. Mimar bu bilinçle mesleğini icra etmelidir.

Mimarlığın meşru bir ‘disiplin’ ve meslek olabilmesi için hem içerik hem de süreçler bağlamında özgün bilgi üretebilmesi ve bilgi biriktirebilmesi gerekir. Yukarıdaki ilkeleri uygulamaya koyabilmek için bilimsellik yeniden mimarlık eğitimi ve pratiğinin bir parçası olmalıdır.

‘Mimarlık bilimi’ sosyal bilimlerden ve mühendislikten ödünç alınan içerik ve yöntemlerden öte, tasarım olgusunu merkeze koyan özgün yaklaşımlar geliştirerek uygulama pratiğinden bilgi üretebilmeli ve birikimini sağlamalıdır. ’68 kuşağının bilimsel mimarlığa yaklaşımındaki hata bu konudaki öncülüğü tasarımın doğasından bihaber sosyal bilimlere bırakmasıydı.

Bütün bunlar mimarlık eğitiminin baştan sona yeniden tasarlanması demektir. Bu yönde bir hareket ne zaman ve nasıl gelişir, üzerinde konuşulması gereken bir konu olarak karşımızda duruyor.

********

Referanslar:

‘1968 ODTÜ Mimarlık Fakültesi Afişleri’ Arif Şentek, Mimar; Mimarlık Dergisi – Grafik Tasarım

‘ODTÜ’de 1968 ve Sanat’ Ali Artun, skopbülten, 18/12/2016

“Postmodern Paradigms and Implications for Planning and Design Review Processes” Fahriye Sancar Environment and Behavior. 1994 Vol.26:3 313-337.

“Behavioural Knowledge Integration In the Design Studio: An Experimental Evaluation of Three Strategies” Fahriye Sancar Design Studies   1996 17, 131-163

“A Critique of Criticism: Can the Avant Garde Embrace the Entire Landscape?” Fahriye Sancar Avant Garde, Vol. 1, No. 2 (Summer 1989) pp. 78-91.

“How knowledge is produced for design: Scientific theories vs. theories in use” In: O.Akin and G. Saglamer eds. Proceedings of Descriptive Models of Design , 1-5 July 1996 Taskisla, Istanbul. Fahriye Sancar (with Studer, R.)

 

 

 

 

 

 

Posted in Uncategorized | Leave a comment

Dershaneler Olayı: Buluş-Yenileme zor, müsadere etmek kolay

Son on yılın en temel olgusunu ‘büyük el değiştirme’ olarak nitelendiriyorum. Devletin yasama ve doğrudan yatırım araçlarını kullanarak yaptığı müdahalelerle paranın ve gücün el değiştirmesi. İhaleyi ‘benim’ müteahidime vermenin, kurumlara ‘bizimkileri’ atamanın ötesinde bir olay bu. Bu tür el değiştirmelerde devletin rolünü iyi analiz etmek gerekir diye düşünüyorum.  Mesela ABD de ikinci dünya savaşı sonrasındaki ekonomik büyümenin itici gücü olan kentleşme modeli doğrudan devlet eliyle ve hem yasama hem de kamu yatırımlarıyla gerçekleştirilmiştir. Bu süreçte ortaya yepyeni bir üretim ve tüketim düzeni ve yeni muktedirler sınıfı çıkmıştır. Hakeza bilgi-bilişim ve uzay teknolojilerinin devlet tarafından geliştirildikten sonra eskinin yenilenmesi sürecinde de el değiştirmeyi görebiliyoruz. Bu örneklerde her ne kadar üyeleri değişse de sınıfsal yapının korunduğu bir gerçek, Türkiye’de olduğu gibi.  Fakat çok önemli bir fark var. Süreçte inovasyon kritik bir rol oynuyor. Ve devlet bu değişim sürecinde buluş ve yenilenme sürecinde belirleyici bir aktör. Sonuçta dengeler değişse de pasta büyüyor. Dershane olayını da bu bağlamda deşifre etmek gerekir diye düşünüyorum.

Para ve güç transferi sürecinin Türkiye’deki işleyişiyle ilgili umarım ciddi akademik analizler bir gün yapılır. Fakat yüzeysel de olsa gözlemlediğim burada devletin rolünün müsadereden ibaret olduğu. Transferler pasta büyümeden gerçekleştiğinden süreç de mecburen kazanan ve kaybedenleri kesin çizgilerle ayrıştırmakta (zero-sum-game).  Gerçi el değiştirmelerin yanı sıra paranın ve gücün bir nebze de olsa yayıldığını sanıyorum. Üretimde verimlilik artışı olmasa da farklı kesimlerin gelirden pay almaya başlaması neticesinde talepte sınırlı da olsa artışlar ve niteliksel değişim olduğu muhakkak. Yani pasta büyümese de paylaşanlar değişiyor ve bu değişim ister istemez bir dinamizm görüntüsü veriyor.  Hükümetin bu tür müdahalelerinde kaybedenlerin yaptığı muhalefet hep yetersiz kaldı. Elinden imkanları alınan ve en iyi ihtimalle patron olmak yerine artık taşeron veya maaşlı memur olmaya mahkum edilecek olan eskinin muktedirleri ortaya attıkları argümanlarla halkı kendi yanlarına çekemediler. Yani yeterince güçlü bir toplumsal itiraz yükselmedi.

İş yapan KİTlerin özelleştirilmesi ilk etaptı, kolayca gerçekleşti. Bu sürecin bir başka olmazsa olmazı kentlerde arazinin el değiştirmesi, kırsalda da tabii kaynakların kamudan özele intikal etmesiydi. Daha sonra halkın temel ihtiyaçlarını karşılayan büyüklü küçüklü işletmelere sıra geldi. Sağlık alanında yapılanlar arasında bana en çarpıcı gelen eczanelerin yok edilmesine yönelik müdahale. Mahallelerde mahalle bakkalı, manavı gibi hizmet veren işletme modeli yerine süper-hipermarket bünyesinde maaşlı çalışan eczacı modeline geçerken bu sektörde de önemli el değiştirmeler olacağı kesin. Benzeri bir müdahale mahalle pazarlarını kaldırmak için tasarlandı fakat hem halktan büyük tepki göreceği ortaya çıktı hem de sanıyorum belediyelerin halihazırdaki en önemli gelir kaynaklarından birisi olduğundan gerçekleştirilemeden rafa kalktı. Talebi garantili ve müsadereye yatkın bir diğer sektör de eğitim. İşte burada dershaneler iştah kabartıyor. Planlanan bu transferin gündeme oturmasının bir nedeni bu sektördeki patronların bir bölümünün cemaatten olması. Yaygaranın nedeni bu. Asıl etkilenecek kesimlerden durumu değiştirebilecek bir itiraz veya atılım gelmemekte.

Gel gelelim müsadere yoluyla güç elde etmenin de bir sonu var. Ve Türkiye’de müsadere edilecek kaynak, kurum ve işletmelerin sonuna yaklaşıldığını sanıyorum.

Burada dikkat çeken bir nokta patronlar değişse de çarkı döndüren en önemli unsurların yani eğitimli iş gücünün (aldığı pay azalmış olsa da) sürecin bu günlere kadar devamını sağlamış olması. Hal bu ki en fazla zarar gören de bu kesim. Yapılan müsadereye engel olmanın bir yolu bu eğitimli kesimin kuzu kuzu eskisi gibi işine devam edeceğine niteliksel bir atılım yaparak elinden alınanın yerine daha ileri düzeyde bir ürün veya servis yaratması olabilir. Diğer sektörleri bilmem ama dershane konusunda yapılabilecekler meydanda. Öngörülen iki yıllık kapatılma ve değişim süresi dershanlerin verdiği servisi çok daha yaygın olarak gerçekleştirecek yepyeni bir model geliştirip uygulamaya koymak için yeterli. Bu konuda uyarlanabilecek araçlara örnek olarak Kahn Academy ve MOOC (massive open on line course) olgularına bakmaya değer. Coursera ve desire to learn gibi şirketler isteyen herkesin bedava kayıt olabileceği dersleri geliştirmekle meşgul. ABD’de en iyi üniversiteler en iyi hocalarını bu tür kursları geliştirmeleri için teşvik etmekte. Eğitimciler bu yeni ortamların artı ve eksilerini tartışmaktalar. Şimdilik hem fikir olunansa bu yöntemlerin en faydalı uygulamasının nesnel ve ölçülmesi kolay bilgilerin aktarılması olduğu. Dershanelerin egitim programlarının yerini kolayca alabilecek bir yenilik. Tabii bu kursların geliştirilmesi ve halihazırdaki alt yapının (mesela internet kafelerin) uyarlanması için birilerinin ortaya sermaye, birilerinin de emek koyması daha doğrusu hibe etmesi gerekli. Bu konuda ilk aklıma gelen eğitimli iş gücüne ihtiyacı olan ve şu esnada işini gören nesil yaşlanıp sahneden çekildiği zaman yerini alacak eleman bulmakta zorlanacak olan (mesela Koç gibi) bir kaç şirketin ‘sosyal sorumluluk’ adına sermaye koyması. Emek sağlaması gereken de tabii ki bu memleketin geleceğinin bilim ve eğitime bağlı olduğunu düşünmeye devam eden üniversiteler (en azından mesela ODTÜ).

Posted in Uncategorized | 7 Comments

Questions that arise when reading Badiou’s message to Gezi

Last month I read two short articles, rather messages- from Badiou to protesters in Greece and Istanbul (“Our Contemporary Impotence” in Radical Philosophy 181, September/October 2013 pp 43-47; and   http://yarinhaber.net/news/3977#sthash.7nSW7IjK.dpuf). While I fully share the sentiments he expresses in the first article I do question the relevancy of the content to address the plight of greek people. Leaving this to the progressive Greeks to ponder, let me focus on the second article.  His message to Gezi protesters had me thinking.  The questions I keep on asking myself are:

1) to what extent do these protesters rely upon the teachings of those who have informed the protesters of the past?

2) regardless of whether they do so or not, are those even relevant/useful to advance the “cause” today? and

3) if the answer to these questions are arguably “no,” then what sort of thinking ought to or will guide the protesters?

Obviously here I am making the assumption that for the protests to endure, some sort of thinking ought to emerge. Or, contrarily, if it does endure, one can deduce that there is such thinking that represents at least common understandings, if not a full blown ideology.

Before I take up these questions, I should summarize my current knowledge about the “protesters” and the context. Though I am focusing on the Gezi protestors, I believe that many of their characteristics are common to protesters for example in the occupy movement in the USA, or those in Brazil and Chile.

Badiou’s characterization of the protestors is as good as any:  They are “in many countries around the world, middle school, high school, and university youth, supported by a part of the intellectuals and the middle class…in this case (Turkey) the educated youth and a part of the salaried petty bourgeoisie – rises up, in its own name, against the reactionary state.”

Many of the Gezi protesters were in fact educated youth who were at the same time salaried petty bourgeoise. Many came to the protests after a hard day’s work in the finance, technology, or some other corporate industry. Others were current university students with uncertain futures; unemployed youth with little prospect for making a living; youth from households in neighborhoods wiped off by ongoing urban redevelopment processes; and a sprinkling of sympathetic old folks, some of whom were their parents. Of course there were also representatives of political parties, youth organizations, labor unions etc; but they were kept at arms length and were not given a chance to dominate the protests. The Gezi protesters became to be known for their creativity, ingenuity in using irony and artistic expression in stark contrast to the crude, blunt, and violent response of the police state. The protests brought to light the great intellectual rift between the current administration and the educated and thinking youth.

There seems to be a general agreement that Gezi youth shares the characteristics associated with the millenium generation. This is based on their own characterization of themselves as well as observations made by others. They are individualistic (to the extent of appearing self centered), highly mobile, expecting to change jobs and wishing to live abroad if the opportunity arises (lacking loyalty to people and places), apolitical (unwilling to take part in mass movements and/or organizations), tech-savy (glued to e-devices rather than face-to-face interaction); they distrust and reject authority (as well as ideology), have tolerance for differences and demand individual rights and freedoms.  Regardless of income level, they are fully integrated into the consumer society and until the recent events, tended to remain inactive (perhaps even indifferent) regarding the economic and political direction of the nation. Therefore they surprised everyone with this uprising that is significant in its endurance, diversity of its participants, sacrifices that were made (7 young persons were killed and many more lost eyes and limbs due to police brutality) and the sophistication and elegance in the way insurrections were carried out.

Taking up the first question about whether they sought out the old-time persona and thoughts representative of historical revolutions and/or protests: they clearly have considered, however briefly, the old canons. And here we have Badiou who addresses them and so did David Harvey who visited Istanbul at the time of the protests.

Badiou points out a fatal error that this movement is likely to make when he says that “the movement mustn’t pursue the path of a “desire for the West;” in the sense of aspiring for “economic prosperity” or “democracy” of the late capitalist way of existence. To do just that, he states: “it is above all necessary to join with the popular masses …, with people other than themselves – with workers, minor employees, women of the people, farmers, unemployed people, foreigners…” Taking up the second question about the relevance of old canons: Given its characteristics is it realistic to expect this generation to use the old teachings and eke out a future vision of society or strategy to get there, when they by and large reject the notion of a “common vision?” Common implies a sort of homogeneity or mold; strategy implies falling into step. I also question the potential for joining with “other” people, except momentarily for purposes of protest. Because: joining would require an agreement about the future vision. So far the group carefully avoided to be associated with a world view that includes economic or social principles beyond vague notions of freedom and justice for all, including critters who inhabit ecosystems that are ruthlessly destroyed. Of course some groups of participants do have such ideological views but refrained from emphasizing them with any fervor that we (of the 60’s) associate with protesters of the past. It is ironic that the only group that freely expressed such a worldview and put forth a searing critique of the existing socioeconomic order was the Anti-capitalist Muslim Youth. (note: While they were embraced enthusiastically by the Gezi folks, it is clear that the administration, i.e., government and their supporters on the religious right, do not take this group seriously since this view does not pose a threat for the status quo that is built upon the notion that Islam, neo-liberal capitalism, and democracy go hand-in-hand.)

Here I must point out that asking these sorts of questions and expecting some sort of expression of what is being demanded or a strategy to get there are issues that I problematize. And I am most likely making an error in framing the situation like I have here. However I am not alone in making such an error: one of my friends who lives in Istanbul visited Gezi during the protests and in an effort to show her support she brought buckets of KFC from near by. Later she says “What was I thinking! But the girls were sweet; they thanked me and put them on the tables.” Expecting that Gezi represented the traditional left ideology, she was worried about being politically incorrect. In contrast, consider this anecdote: After robbing a bank, the çapulcus of the 60’s take refuge in the apartment where they lay the suitcase full of money on the floor, spread some old newspapers on it and get ready for dinner. One of them says: “Now that we have all this money, lets get some kaşar cheese for dinner to night, instead of the white cheese, to celebrate!” the others object: “this money belongs to the people; we cannot buy kaşar cheese with it” and they end up having the usual white cheese and bread. Times have changed. Perhaps I should have asked a different question rather than the above three: What do the Gezi protesters have in common with those in the past? I, along with others, worry about one potential commonality: that of defeat and oblivion; becoming a cog in the juggernaut instead of stopping it in its tracks.

Taking up the third question: I wish so much that these kids succeed. The issue that arises again and again is the definition of success and how to get there. Both the desired end and the strategy to move forward are left (intentionally) nebulous. Moreover, serious discussion of such is not taking place. Forums are spontaneous, non-hierachical, and mostly unplanned. Despite all this, Badiou says: “… the greatest favor you can do for us is to prove that your uprising is taking you to a different place from ours … This great country, with its long, tormented history, can and must surprise us. It is the ideal place for a great historical and political innovation to occur.” David Harvey, when asked by a student about what to do next, says he does not know the answer, “…Gezi protesters know best.” I agree with both of these sentiments.

Perhaps our insistence on knowing where we are going before we start walking is foolish. At this juncture the best we can do is wish them well on their journey and be supportive even if it is only by offering chicken wings or milk to wash away the stinging orange gas.

Posted in Uncategorized | 6 Comments

My Prague experience in 1995: A response to Fred’s blog

Fred Andreas has put together a wonderful blog about his travels through eastern Europe. His piece on Prague reminded me my own stay there some years ago:

Peter Khan and Michael Tavel had put together a remarkable summer study abroad studio in Prague and I was asked to join them that year, 1995. The projects and the studio (space in a high school) were in the 5th district of Prague, outside of the central area that people normally associate with the marvelous city of Prague. In the center of town, the various historic districts, were very well preserved; perhaps not polished enough for tourists to gawk at. Workers were busy cleaning off the soot left over from the soviet era. In our municipality, officials were eager to attract foreign investment  and impatient to capitalize on their real estate assets by adaptive re-use projects. Home owners whose property rights were restored just recently, were also looking for ways to turn their assets to cash. Everyone was looking forward to eradicate those high rise blocks where the poor and unsavory masses lived.

Despite the end of the cold war era and all this frenzy of activity towards new horizons promising freedom and better life, there was an aura that I can only associate with bad karma. People were testy, no one smiled. Coming up on the very steep escalators of the metro, the crowds on the adjacent one going down would glare at you with contempt or stare with very sad expressions– it was as though those escalators were going down to hell.

People were openly hostile towards “others:” those pesky slovaks who insist on not leaving, the vietnamese resettled by the imperialists who were now growing and selling veggies on streets and taking profits away from the supermarkets, the gypsies who had no right to be in those apartments given to them for free in the previous era; and me, who did not speak “check” and made the mistake of not weighing my potatoes before putting them on the counter at the cash register– and got a slap on my wrist, literally.

I met a few young people and was saddened by their take on life. One had a degree as a medical doctor and was going to business school now because she did not see a “future” in being a physician. Another was just starting college, and had chosen “foreign affairs” a her major. I asked what that meant as a career and it became apparent that she was looking for a way out of the country. The architect (who was the son of an architect), also was looking for a ticket out of the country. Youth wanting to leave at that time was anathema to me. We counted the days to get back home (after graduate school, after working abroad etc). Leaving was exile to be endured for reasons of loss of freedom (of travel, speech, etc), not a destiny to wish for. Yet these young folks were ready to leave at the first opportunity. Oh the lure of the good life; I assume that meant lots of money to buy things.

I did not go back to Prague (nor to Budapest where it was another nightmare) since then. I presume, now that all institutions have been reformed, lots of money poured in to create just the kind of jobs people want to work at and those minorities are behaving just right, people are happy and smiling…

Posted in Uncategorized | Leave a comment